21 Aralık 2015 Pazartesi

sahi



sahi sen neredesin?

kimin yatağında ya da rüyasında
dalgasız denize kürek çekersin...
ben burada yokluğunla kavruldukça
bir rüyaya sardım kendimi
sonrası zor
yol hep
boş

sanki dersin sen hep var -mışsın gibi
-gibi yaptım ben hep
çoğulmuşum gibi...
her gece farklı farklı hayaller kurdum
alevden bir yorgan çektim üzerime
sensiz uyuyamayayım diye uykusuz kaldım
kavruldum.

sahi sen neredesin şimdi...

yattığın yerde..
- gerçi insan biraz cesaret istemiyor da değil şimdi;
gerçi biz henüz tanışmadık da -
olsun
rüyasını gördüm daha başından
o yetti.



13.07.2015

1 Kasım 2015 Pazar

mutfak

az biraz nefessiz kalınca öldük sandık
sonra benim biram bitti
mutfağa gittim
döndüğümde ellerim hep pembe pembe bulut lekesi
bir nefes çektim pembe bulutlardan
o an ölücem sandım

mutsuz olma tehlikesi var
ne kadar uğraşsan da başkası olmak için
hala aynı uzaklıktasındır mutfağa
bir bira daha alabilmek için
mutfak gerçektir bu yüzden
üç metre karelik mutfak kadardır gerçekliğin

8 Ekim 2015 Perşembe

yıldız kayması

ne çok yıldız. …
yıldız, ne çok,
çok yıldız.
yıldız
çok..

aslında  öyle de değil,
pek..
sensiz biz yalnızız
Vızz
Zz
biz çok
ama
çok
ama
biz
sensiz
sen tek
ten tek
biz hepimiz
sensiz
çok sensiziz
biz
hem de hepimiz



19.06.2014

29 Eylül 2015 Salı

yanılgı




                                                       *
gecenin uykumdan çaldıklarına
hayatın benden aldıklarını ekleyince
diyorum ki götüremez kimse benden 
fazlasını
sonra gözüm sana takılıyor


yanılıyorum.






* şu ana kadar aldığım en gerçek övgü bu dizeleredir. 
öyleyse bir dahaki kadehi zat-ı şahanelerinin şerefine...

13 Eylül 2015 Pazar

smyrna

gündüz gözüne çekilmiyorsun hiç
                  hele de yazın sıcağında;
biraz soluk soluğa
ve epeyce kan ter içinde bıraktığın her sokakta,
herhangi bir kaldırımının kenarında mesela
içten içe saydırdığım zamanlarda, sana
ve senin beni her umursamayışında
daha da çok istiyorum seni!

sanki ulaşmayı becerebilsem tenine
kurtarabilecekmişim
gibi kendimi
tuhaf bir tribe girip nefessiz kalıyorum
bir köşenin başında
el mahkum dayıyorum elimi
ve bir şekilde beceriyorum değmeyi
duvarlarından birinin tenine, gayr-i ihtiyari
anlayacağın bir şekilde daha da yormayı beceriyorum seni
sen her temasta daha çok nefret ediyorsun benden
sen nefret ettikçe
daha bir tutkuyla sapıyorum çıkmazlarına
hiç ama hiç seveme diye beni…

sonra,
iyice saplanıyorum
derinlerinde
bir yerlerine
sen daha da çok kurtulamıyorsun benden
ve böyle gidiyor bu hikaye…

şimdi en iyi yaptığın iş ne diye sorsalar
bir, diyorum;
sokaklarında ben, çok güzel içiyorum.
iki,:
seni en çok güzel ben seviyorum.



28.09.2014



* Seslendirmesi için sıfasız Godot'ya teşekkürlerimle.

https://app.box.com/s/twytgs3k12vgelcivukoc2q7cuanaici


7 Eylül 2015 Pazartesi

ananemin limonata bardakları


                                                                                    daha şimdiden: tarfisiz bir özlemle...
                                                                                                        
I.

Genç de olsa bilir insan, Fatma’nımın baş rolünde olduğu hikayeleri. Yeterince dinlemiştir zira. Ama ne kadar dinlese de bitmez bir türü.

Kahvaltı etmeyi sevmem ben. Sabahları bok gibi uyanırım. Inanılmaz sevimsiz olurum bu sebepten. Hele de akşam iyi yerimden yatmamışsam... Sabah seri katil potansiyeli çizerim.

O kafayla uyanınca ilk işim önüme gelenden nefret etmek olur. En başta kahvaltı etmekten. Sonra hazırlanmak zorunda olmaktan. Gitmekten..

Aslında kahvaltıyı reddedişim sırf o iki  dakikayı daha yatağın içinde geçirebilmek içindir. Yatağın içi hala sıcak, bedenim uyuşuk, gevrek… ve eğer annem hala piyasada yoksa eğer epey işe yarar taktiktir bu üstüne yattığım.

Hoş, kahvaltısız evden çıkınca daha beter boka benzerim o ayrı.
Kahvaltıya dair nefret ettiğim başka bir şey varsa, o da yumurtadır. Tadı sabah erken uyanmanın kekremsiliği kadar rezil, bir o kadar da mide bulandırıcı…

Yumurta yani: cıvık… Potansiyel bir hayvanın leşi. Içindeki sarısı beyazı karışmaz bir türlü. Arada daha iğrenç bir sıvı daha var, ne idüğü belirsiz; isimsiz ve de aynı zamanda sıfatsız. Yağda yumurta da bile pişmez bir türlü, kalır jelatin gibi tepesinde sarısının. Yok haşlanmış yumurtaysa eğer o ayrı. Yumurta es kaza sıvı kıvamdaysa yerli yersiz sümük gibi çıkar kaşığın üstüne. Kurtulmaya çalıştıkça o yapışır. Ağıza atınca o sümüksü his hızla ağıza dağılır. Şindirilmeden mideye iner utanmadan. Mide bulanmaya başlar ama çok geç.. ya çıkartacaksın ya da unutacak ne halt yediğini. Öyle melûn bir şey.

Bir de bütün yaz yemek zorunda olduğunuzu düşünün… Benim başıma geldiği o yazdan beri o tahammül edemem; ne kokusuna, ne de dokusuna.

Ama annem çok sever. Yani öyle böyle değil. Tüm bu trajedinin sebebi de odur zaten. Dört çocuk. Bizimki evin en küçük kızı.  Bir küçüğü daha var aslında. Dayım. Erkek çocuk: evin en değerlisi. Aslında bu evde her şey yokluk, kıtlık üzerine. Yumurta da kıt tabii. Öyle herkese yetecek kadar yok. Eğer ortada yenilebilecek bir yumurta varsa o da en başta oğlanın hakkı. Daha çocuk büyüyecek, gelişecek… Iyi beslenmeli. Sağlıklı olmalı. Evine hayırlı olmalı; hatta mümkünse vatanına, hatta ve hatta milletine de öyle. Atasını da saymalı.. vesaire vesaire.

O arada da bizim kızlar kaynamış işte. En başta da annem. Ben olsam öpüp başıma koyarım ananemin yumurtaya dair bu stratejisini. Umrum olmaz. Ama kahretsin! Annem doğuştan bir yumurta delisi. Yokuktan mı, ağız tadı mı bilinmez.

O seviyor ya, ben de sevmeliyim. Her sabah yemeliyim. Ne de olsa Fatma’anımın eseriyiz hepimiz: ben de sağlıklı büyüyüp gelişmeli,  ben de vatanıma milletime yararlı bir birey olmalı, ben de küçüklerimi sevmeli büyüklerimi saymalıyım…

Sevemedim işte bir türlü. Onca yıl sonra o saçma sapan çıkının içinden çıkınca bakakaldım. 



II.

Ben gördüm, evet ;
yüzündeki bütün o ifadeyi –ya da ifadesizliği mi demeli?- Cümle anlamsızlığı gördüm kasılan tek bir mimikte.

Aslında bir anlık bir tepki değil. Haklıdır belki, bilinmez. Bilinse de söylemez. Hele de bencileyin sessiz ama bir o kadar şeffafsanız. E bilince de bilinmezlikten hiç gelinmez.

Efendim yabancısı değilim ben. Ne buranın - eh, alıştık sayılır artık nihayetinde - ne de oranın. Ilk vakitler altımızdık. Hepimiz limonata bardağıydık. Çok şatafatlı sayılmazdık elbet. Ince, uzun, hafif kristal desenli. Lakin neler görmedik neler... Dört çocuk büyüdü gözümüzün önünde.  Eksildik bazen; bazen de eklendik. Ama ben hep oralardaydım. Mutfakta,  Bayram seyran gelsin de, Fatma’anımın bize kıyıp ortaya çıkarsın diye…
alttaki vitrinin hemen ilk rafında beklerdik sıramızı.

Ama es kaza serviste sunulursak da bilirdik – yani her birimiz- : Her halde epey önemli biri olacak misafirimiz. Kırım kırım kırıtırdık o vakit elalemin elinde. Mutfağa dönüp yerimize yerleştirilince de bizden alası olmazdı. O rafları paylaştığımız her kim varsa cümlesine caka satardık becerebildiğimizce. Kurumumuzdan geçilmezdi. Öyle ya.. biz varken diğer bardaklara söz mü düşerdi?

Iş bu sebepten efendim, evde olan biten ne kadar önemli olay varsa bizzat şahidimdir. Zira oradayımdır. Orada değilsem de mutfaktaki rafta, kulağı tetikte.. Evin oğlu isteyip de anasına beğendiremediği kızla beraber evden kaçtığında bize pek iş düşmedi mesela. Ama duyduk olanca gümbürtüyü. (Sade biz değil, tüm mahalleli duydu Fatma’nımın böğürtüsünü ya, o ayrı. ) Küçük kıza görücü geldiğinde ya da nişanlandığında ama durum farklıydı. Yine diğer özel günlerdeki gibi tüm yük bizim omuzumuza kaldı.

Hiç hayalkırıklığına uğratmadık Fatma’anımı.. o nasıl istediyse öyle olduk. O sundu biz dolduk. Öyle günlerdi; geldi geçti. Bugünümüze alnımızın akıyla geldik şükür.

Hatta öyle ki, kimsenin işine yaramaz hale geldik. Ancak bayramda kalabalık misafir olduğunda… E artık Fatma’anım da 80’ine merdiven dayamıştı. Bize de rafta gevşek gevşek oturmak kaldı.

O ara bir şeyler oldu, tam ben de anlayamadım. Küçük torun okul kazandı bu şehre taşındı. Anası olacak evin küçük kızı da –hani şu telli duvaklı gelinlikle çıkıp giden- öğrenci evine eşya diye ne varsa denkleştirme telaşına kapıldı. O ara bi baktım: a a! işte bu raftayım.

Yok, taşındık diye çok üzülmedim. Burada en azından az biraz daha iş güç var. Ara sıra da olsa beraber demleniyoruz. Günahı onun boynuna tabi, benim bir suçum yok bu işte! Ben sadece yardım ve bardaklık yapıyorum. (Ah ahh… Fatma’anım olsa neler demez, tuzla buz etmez mi o kadehi!?. )

Öylesi günlerin biriydi. Bizim kız gece eve gelmedi. Hoş… her gece eve geliyor diye bir kaide de yoktu amma… Ertesi gün geldiğinde elinde tanıdık bir çıkın vardı. Yan göz yan göz baktım ne var ne yok diye. Ilginçtir kokusu bile tanıdıktı. Sakın bu kız bizim eski evden geliyor olmasındı? Olur mu olur, benim ananem değil ne de olsa.

Kız açtı çıkınını. Önce bayatlamış çikolatalar çıktı. Koydu onları kenara. Sonra o her zamanki pastanenin böreği ve elmalı kurabiyesi; besbelli geçen bayramdan kalma Kadıköylüler getirmiş. Onları da kahvaltı için ayırdı, tepsinin üzerine koydu. Derken son bir şey daha kağıda sarılı... Işte o an gördüm kasılan o tek bir kası:

Tiksindiğinden de fazlasıydı anlamı.

30.11.12



orjin?

uzun uzun yazdım bir ara. susmadım hep anlattım. oynadım. yarattım. sandım aslında. işin sonunda sınırsız kalmak istedim ve dedim ki:

bangi dongi boo dumbi bongi bumba!